12 Eylül 2009 Cumartesi

Como Gölü ve karışık hisler...

Evet, gerçekten çok güzel bir yer. O kadar güzel, o kadar güzel ki tam beklendiği gibi... İnsanı hiç şaşırtmıyor!

Villalar görkemli, bahçeler muhteşem, doğa göz alıcı... Her yer o kadar muntazam ki bir süre sonra "çirkin birşey görsem de onun fotoğrafını çeksem" diye bakmaya başlıyorsun. Bahçeleri balkonları bırak, betonların çatlaklarından bile çiçekler fışkırıyor. Yunan sütunlarıyla bezeli Artemis tapınağıvari bir bina, mahalle berberi çıkabiliyor!

Doğa inanılmaz. Yemyeşil yamaçları, ara ara sarp kayalıklarıyla gölü çevreleyen Alpler, çarpıcı ve dramatik bir fon oluşturuyor. Gün doğarken, kat kat, sisli tepelerin arasından süzülen güneş ışınları insanı büyülüyor. Güneşin doğuşu ayrı güzel, batışı ayrı. Zarif bir çan kulesinin etrafına dizilmiş kırmızı çatılı evlerden oluşan minik sevimli kasabalar, göl kenarına ve yamaçlara serpiştirilmiş... Göle hakim muhteşem villalar (şatolar da diyebiliriz), bu kadar zenginlik de ayıp ama dedirtiyor.

Birkaç gün kalacaksanız, feribot iskelelerine yakın kasabaları tercih edin. Biz Menaggio'da Hotel du Lac'da kaldık. Özellikle gölün gözbebeği Bellagio'yu tam karşıdan görüyor olması nedeniyle konumu ideal. Yine de bi daha gitsem Varenna'da kalırım, en çok orayı sevdim.

Gölün meşhur villarından sadece bir tanesini gezecekseniz ve George Clooney'ninkine davetli değilseniz, bahçelerinin de keyfini çıkartarak Villa Carlotta'yı gezin derim. Como şehrine vakit ayırmanıza gerek yok bence. Taş döşeli, dar sokaklı, merdivenli kasabalar, dereler, tepeler daha güzel. Arka yollara, yamaçlara doğru saptıkça, daha az turistik, daha gerçek yaşamların içinden geçiyor, üstüne bir de muhteşem manzaraların keyfini kuşbakışı çıkartabiliyorsunuz.

Her gördüğü yeri dünyanın en güzel yeriymiş gibi öven, klişe laflarla insanın içini bayan o seyahat yazarlarına benzemeye başladığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İşte geliyor... Görünürde herşey iyi hoş da benim İtalyam bu değil ama. Eksik birşeyler var. Akşam göl kenarında akordiyon çalan amcadan başka, içten gülümseyen, dost canlısı bir insanoğluna rastlayamadık. Zaten çok fazla bi insanoğluna da rastlayamadık! Her yer son model araba dolu ama ortalıkta insan yok. Gidecek mekan sayısı da bence son derece sınırlı. Nerede bu insanlar, nerede yer içer, nerede sosyalleşirler diye düşünecek olduk önce şuursuzca... Sonra malikanelere bakınca aklımız başımıza geldi. Adam o şatodan, o bahçeden çıkıp naapsın!?

Muhattap olma fırsatı bulduğumuz üç baş lokal insan da, hayatımda ilk kez medeni cesaret gösterip İtalyanca açtığım muhabbetleri gayet soğuk cevaplarla geçiştiren, benim bildiğim İtalyanlara hiç benzemeyen başka bir türdendi. Burası benim İtalyam olmak için biraz fazla kuzeyde kalıyor galiba... Doğası, mimarisi, insanları, mutfağı, herşeyi biraz fazla İsviçreli kalıyor. Bi de burada hayat biraz fazla yavaş akıyor (çılgın motorlular hariç). Zaman bir yerde durmuş gibi. Yani anlamsız gelebilir ama aynı anda hem hiç modası geçmeyecek, hem de çok modası geçmiş bir yer algısı yarattı bende. Nasıl oluyor bu acaba?

Demek ki neymiiişşşş??? Bir kez daha anlıyoruz ki önemli olan dış güzellik değil, iç güzellikmiş! Ve iç güzelliğin eksikliğini hissedecek kadar da bi seyahat kariyerine sahip olmuşuz artık. Tüh! :(

*******************************

Lago di Como ed i sentimenti confusi...
E' veramente un bel posto, cosi bello che e' proprio come aspettato. Non c'e' nessuna sorpresa!

La natura meravigliosa, le ville magnifiche, i giardini stupendi... Tutto e cosi perfetto che dopo un po', ti trovi cercando una cosa brutta per fotografarla! E' inutile dire che i fiori esplodono dai balconi, dai giardini... Esplodono dalle crepe dei muri!! Puoi scoprire -ed e' molto normale- che un palazzo che ti sembra un tempio greco, e' un barbiere qualunque.

Il paesaggio e' incredibile. Le Alpi con i fianchi verdissimi e con le scogliere rocciose ogni tanto... Un sfondo drammatico ed impressionte... Sono affascinanti i raggi di sole all'alba, che affluiscono tra le colline nella nebbia. L'alba e' bella, il tramonto e' bellissimo. I villaggi carini coi tetti rossi intorno ad un campanile elegante sono sparsi sulle sponde e sui fianchi... Le ville splendide che si affacciano sul lago (direi "i castelli") ti fanno pensare che sia un peccato una ricchezza cosi!

Se pensate di passare qualche giorno li, scegliete uno dei paesi vicino ai traghetti. Siamo stati a Hotel du Lac a Menaggio. Dato che e' direttamente di fronte a Bellagio, la perla del lago, Menaggio ha la pozisione ideale. Pero la prossima volta starei a Varenna che mi e' piaciuta di piu'. Se vedrete solamente una delle ville famose e se non siete invitati a quella di George Clooney :) vi consiglio di visitare Villa Carlotta godendo anche dei giardini. Anzi, visitate i giardini e vedete anche la villa se avete tempo! :) Saltate la citta' di Como. I villagi con le stradine e le scale di pietra, le colline, i fiumi sono più belli. Sulle strade secondarie tra le colline, attraversando le vite più reali, meno turistiche, si puo godere di splendidi panorami con lo sguardo d'aquila.

Pensate che sia diventata una classica scrittrice di viaggio che loda ogni posto che vede come se fosse il posto piu bello del mondo, che annoia con le parole cliche', eh? Noooo!!!! Vi sbagliate! Ecco qui: Va bene, tutto e' bello e buono a Como... Pero, la mia Italia non e' questa. C'e' qualcosa che manca. Le persone che abbiamo incontrato non erano cosi amichevolie, tranne l'uomo che suonava la fisarmonica sul lungolago la sera, con un sorriso sincero. Non siamo riusciti ad incontrare tanta gente comunque! Le strade sono pieni di macchine bellissime ma non c'e' nessuno in giro. E secondo me, ci sono veramente pochi ristoranti e bar. "Ma dove sono tutte queste persone, dove mangiano, dove bevono?" stavamo per pensare ingenuamente all'inizio... E guardando a quei 'castelli', quei giardini, i terrazzi ci siamo illuminati! Perche' uscire da un castello del genere, da un giardino cosi, da quel terrazzo??

E dalle poche persone locali con cui abbiamo avuto l'opportunita' di fare conversazione -conversazione che ho iniziato io in italiano coraggiosamente per la prima volta nella mia vita- abbiamo ricevuto risposte cortissime e freddissime. Loro sono una specie che non assomiglia agli italiani che siamo abituati ad incontrare. Questo posto e' un po' troppo al nord per essere la mia Italia, credo... Il paesaggio, l'architettura, la gente, la cucina, tutto sia un po' troppo svizzero. E qui, e' lento anche il ritmo della vita. Troppo lento (esclusi i motociclisti pazzi)... Come se si fosse fermato' il tempo. Puo' sembrarvi assurdo ma Como mi ha dato la sensazione di essere un posto che non andra' mai fuori moda, pero ci e' gia andato. Non so perche' anch'io... E' il mio ossimoro di Como.

E allora???
Allora, abbiamo provato un'altra volta che la vera bellezza non e' la bellezza esteriore, ma quella interiore, quella dell'anima... Ed abbiamo viaggiato abbastanza per saperne la mancanza. Peccato! :(






1 Nisan 2009 Çarşamba

Festival başlıyooor!

Ne ağacın çiçeği, ne güneşin sıcağı... İstanbul'da bahar, festivalin kitapçığı! :))

Az kaldı... Gündüzleri çantamdaki biletleri tekrar tekrar kontrol edip, bir an önce akşam olsa diye sabırsızlanıcam. İşten çıkar çıkmaz İstiklal'e doğru uzanıp, o salon senin bu film benim, tatlı bir telaş içinde koşuştururup, aralarda Kaktüs'ün "rengarenk salata"sından yiyip, Ara Cafe'de çay içicem. Filme girerken hava aydınlık olucak, çıktığımda karanlık (ve ılık!)... Haftasonu gözlerimi Beyoğlu'nda açıp, Beyoğlu'nda kapıycam. İlk günler, erkenden koltuğuma oturup festival için hazırlanmış reklamları izliycem, sonlara doğruysa kapılar kapanmadan hemen önce... Emek'te ne dediğimi anlamıycak diye korktuğum için büfedeki hanımdan sadece su istemeye cesaret edebilicem. Bu sene "İKSV'ye üye olur musunuz?" diye dolaşan kızcağızlardan kaçmıycam, çünkü oldum. :) Fuayede merdivenlere oturup üniversite öğrencilerine bakıcam ve iş kıyafetleriyle ne kadar sıkıcı olduğumu düşünücem. Doz aşımına uğramamak için bir iki filmi ekicem. Birkaç gün önce izlediğim bir başrol oyuncusunu burnumun dibinde görünce şaşırıcam. Atlas'ta bacaklarım sıkışıcak ama yine de orda film izlemekten keyif alıcam. Nişantaşı Citys'e de gitmiycem işte! Orda festival mi olur yau?! :)

11 tane filme bilet aldım. Yarıya yakını belgesel. Diğer yarıya yakını da İtalyanca filmler. Maalesef bu yıl İtalyanca film açısından çok bereketli bir yıl değil. Toplam 4 tane film var. :( Onların da iki tanesi güney aksanı zaten İtalyanca sayılmaz, kaldı 2...

İtalyanca filmlerle ilgili detaylı araştırma yapmadım özellikle, sürpriz olsun istedim bu sefer. Genel olarak hepsi ciddi ve dramatik filmler ama :( Bir tanesi bile mi romantik, ne biliym, komedi ya da en güzeli romantik komedi falan olmaz ya? Kitapçıktan dikkatimi çeken, paylaşmak istediğim bilgiler şunlar:

Il Divo, 2008 Cannes Jüri Ödülü’nü almış. İtalya'daki keskin ve sıradışı siyasi ortam üzerine bir film. Akbank galalarından... Sıkı film olsa gerek. Kaçırırsanız üzülmeyin, nasıl olsa vizyona girer.

Sessiz Kaos (Caos Calmo), hem yönetmen hem de oyunculuğuna hayran olduğum Nanni Moretti'nin başrolünde oynadığı, dramatik bir film. Yönetmen, Antonello Grimaldi... Ağlamalık galiba, sanıyorum Oğul Odası tarzı. Bence kaçırmayın.

Salvatore Giuliano, Francesco Rosi'nin 1961 yapımı mafya filmi. Siyah beyaz. Zamanında Berlin'de En İyi Yönetmen Ödülü'nü almış.

Güzel Ülke (Biutiful Cauntri), NTV Belgesel Kuşağı'ndan ödüllü bir film. Güney İtalya'nın çevre katliamı sonucu mahvolmuş Campania bölgesine -Uğur Dündar'ca gibime gelen- bir bakış... Orijinal adından da siz anlayın artık ne kadar İtalyanca olduğunu...

4 Nisan'ı heyecanla bekliyorum... Film seyretmekten yorgun düşmek ve sonra da 1 yıl boyunca "Geçen sene festivalde..." diye başlayan cümleler kurmak istiyorum. :)

*******************************************


Comincia il festival!


Ne gli alberi in fiore, ne il calore del sole... La primavera ad İstanbul, e’ il libretto del festival per me! :))

Mancano pochi giorni... Durante il giorno, controllero' i biglietti nella mia borsa piu' e piu' volte e non vedro' l'ora che arrivi la sera. Volero' ad İstiklal, subito dopo che esco dall'ufficio. Correro' di fretta e con piacere da un cinema all'altro. Tra i film, mangero' Rengarenk Salata a Kaktüs e berro' çay ad Ara Kafe. Entrero' con il sole, usciro' con la luna. I finesettimana, mi apriro' gli occhi a Beyoğlu, e li chiudero' ancora li. I primi giorni, entrero' nelle sale presto per vedere le pubblicita', e gli ultimi giorni, prima che chiudano le porte... Ad Emek, temendo che non mi capira' , avro' il coraggio di chiedere solamente acqua alla signora del bar. Non mi nascondero' alle ragazze che chiedono "Mi scusi! Vuole diventare un membro di İKSV?" questa volta, lo sono gia' diventata! :) Essendo seduta sulle scale dell'ingresso, osservero' gli studenti e pensero' "che noiosa sono io nei vestiti di lavoro". Saro' sorpresa di trovarmi davanti il protagonista del film di alcuni giorni prima, all'ingresso di un cinema. Mi piacera' vedere i film ad Atlas, anche se mi faranno male le ginoicchia in quelle sedie. E non andro' a vedere nessun film a Nişantaşı City's! Macche' c'e' il festival laggiu' adesso?
Ho comprato 11 biglietti. Quasi la meta' sono per documentari, quasi l'altra meta' sono per film italiani. Quest'anno c'e' una scarsita' di film italiani, ce ne sono solamente 4. E zaten(comunque) 2 di quelli sono con l'accento del sud che non contano, sono rimasti 2!

Non voglio leggere e sapere molto su questi film italiani. Questa volta preferisco essere sorpresa. In generale tutti sono film seri e drammatici. Perche non c'e' almeno un film romantico o una commedia, o meglio ancora una commedia romentica? Ecco quello che ha tirato la mia attenzione leggendo il libretto:

Il Divo, ha ricevuto il Premio della Giuria all'ultimo Festival di Cannes. E' un film sull'amarezza e straordinarita' del ambiente politico italiano. E' un gala di Akbank. Deve essere un film importante. Se non potete vederlo, non vi preoccupate! Prima o poi andra' in sala.

Caos Calmo, e' un film drammatico di Antonello Grimaldi, che ha Nanni Moretti come pratoganista che adoro sia come attore sia come regista. Mi pare che ci fara' piangere questo film, penso che assomigli a La Stanza del Figlio. Da non perdere!

Salvatore Giuliano, e' un film sulla mafia, prodotto nel 1961, in bianco e nero. Il regista Francesco Rosi, ha vinto l'Orso d'Argento a Berlino per questo film.

Biutiful Cauntri, e' un film documentario con alcuni premi. Uno sguardo alla Campania, la provincia del sud Italia, che e' stata distrutta a causa dei crimini ambientali. (Mi pare che sia molto Uğur Dündar.) Guardando al titolo, potete immaginare quanto italiano sia questo film.

Aspetto con impazienza il 4 Aprile! Voglio essere esausta di vedere i film e poi, voglio fare le frasi che cominciano con "All’ultimo festival...", per tutto l’anno. :)




11 Şubat 2009 Çarşamba

“İtalyanlar” İstanbul'da

"Magnum" nedir?
Herkes için bir heyacandır. Bazıları için "kızgın kumlardan serin sulara atlamak", bazıları için doğrudan o sulara atlayan fıstıklar! :) Bazıları için 80'lerin fenomen polisiye dizisi, bazıları içinse dizideki yakışıklı dedektifin ta kendisi! :) Yani Tom Selleck, hem de gençliği!

Oysa benim gibi ultra sanatsever entellektüel (!!!:)) bir insan evladı için öyle mi ya? Benim için Magnum eşittir dünyanın en güzel fotoğrafları. Magnum Photos. Bilen bilir, bilmeyen de bilsin lütfen ama, aaa!!! Fotoğraf sanatının efsanevi isimlerinden oluşan bu saygıdeğer ajansa benim saygım hakikaten sonsuz! Türkiye’den üye olabilen tek fotoğrafçı Ara Güler mesela bu ajanslar üstü ajansa... Diğer bazı fotoğrafçılarıyla da birkaç sene önce İstanbul Modern'deki "Magnum Fotoğrafları ile Türkiye" sergisinde tanıştım ve tanıştığıma da çok memnun oldum doğrusu. (Ah ne nefis sergiydi o!)

Şimdi bir Magnum fotoğrafçısının İstanbul'da bir sergisi açılırsa napıyorum? Napıcam, koşa koşa gidip sergiyi geziyorum... Peki bir Magnum fotoğrafçısının İstanbul'da bir sergisi açılırsa, üstelik de adı "İtalyanlar" olursa ne yapıyorum? Koşa koşa gidip sergiyi gezmeden önce, oturup hemen bu blogu yazıyorum! :)

Duyduk duymadık demeyin: Bruno Barbey'in 1960'lı yıllarda İtalya'da çektiği fotoğraflardan oluşan "İtalyanlar" sergisi, 13 Şubat-14 Mart arasında Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde... "1960'lı yıllarda İtalya'da" diyince, aklıma hemen La Dolca Vita geliyor. Barbey'in gözünden de İtalyanlar, küçük, teatral bir dünyanın başrol oyuncuları olarak sunuluyormuş. Sergilenecek fotoğraflardan birinde, Vespa'sını yattığı odaya park etmiş bir İtalyan var mesela! (Bu La Dolce Vita'yla biraz çelişti ama...!? :))

"Çalışmalarındaki özgün dil, hödö, ..." falan gibi geyiklere girip size Barbey'in ne müstesna bir fotoğrafçı olduğunu anlatmaya çalışmıycam. Internet sitesindeki online gallery bölümüne bir göz atmanız yeterli. Adam zaten, lafın gelişi değil kelimenin gerçek anlamıyla tam 40 yıllık Magnum fotoğrafçısı. Üstelik fotoğrafları için, National Geographic'in en acımasız fotoğraf editörü Ken Kobersteen "mucizevi inciler" tanımlamasını yapmış. E daha ne?

Sizi bilmem. Ben Onüçüncü Cuma falan demiycem, ilk açıldığı gün hemen gidip sergiyi gezicem. "İtalyanlar" İstanbul’a gelmiş, kaçırır mıyım?! :)